Hiç bitmeyen, biteceğinden de pek umutlu olmadığımız bir görüntü yağmuru altında yaşamak zorunda bırakıldığımız şu günlerde, üstelik fotoğrafla birlikte yaşamayı seçmişseniz işiniz zordur. Aynı yolu yürüdüğünüz kişilerin zaman zaman tıkanıp durduğunu, arkalarından gelenleri durdurup, “İşte zirve burası, ben geldim,” diyerek, kendilerine ait geçmiş zaman öyküleri anlattıklarını bilirsiniz. Bazıları, bu noktalanmayacak öykülere gülümseyip, fotoğrafın uzun yolunda ağır ağır yürümeye devam ederler. Onlar, bu yolun bir sonunun olmadığını bildikleri halde, bu yolda yürüyebilmenin güzelliğini yaşamayı seçerler.
Ekinci’nin çalışmalarındaki farkı görebilmeleri açısından, fotoğrafın uzun yoluna yeni çıkmış olanların yeniden düşünmeleri gerekir. Ekinci, çalışmalarını orada, doğup büyüdüğü topraklarda sürdürmenin önemini, beyninde kalan izlerle birleştirip çocukluğunun geçtiği yere, köyüne gittiğinde, bir anlamda yolu yarılamış oluyordu. Fotoğraf uzağınızda değildir. Onu bulabilmek için uzağa gitmenize gerek yoktur. Yapmaya çalıştığınız fotoğraf akıp giden yaşamın içinden çekip çıkaracağınız an parçaları bile olsa, görüntülerinizi gözünüze en yakın yerde, beyninizde aramanız gerekir.
Ekinci’nin “Sessiz Işık” adını verdiği fotoğraflarını, Güneşin hâlâ inatla aydınlatmayı sürdürdüğü bir ölünün ayrıntılarında, yıkılmak, terk edilmek üzere olan köyünde araması, artık tekrarlanamayacak bir yaşama biçiminin – kalabilen – izlerini taşımak olarak da adlandırılabilir. “Sessiz Işık” olarak adlandırılan görüntülerde gerçekten de hissedilen gizemli sessizliğin içinde, o terk edilmiş yaşamın çığlıklarını duymamak mümkün değildir. Fotoğraflarda üstlerindeki toprak damın ağırlığı altında zamana direnen ağaç kolonlar, aralarında yaşamlarını sürdüren henüz gitmemiş – gidememiş – yaşlı yorgun yüzlerle aynı yaşama direncinin izlerini taşırlar. Ve ışık. Bulabildiği her yoldan o mekânların içine akan, kaybolmasından korktuğu yaşama sevincini hiç yorulmadan, her gün yeniden taşıyıp, yorgun yüzleri gülümsetmeyi başaran gün ışığı, görüntülerin sarsıcı gücünü tamamlar.
Teknolojinin fotoğrafı adeta bir yapboz oyununa çevirdiği, egemen güçlerin insanları ekran başında uyuşturmayı başardığı, istediği gibi yönlendirdiği bir dönemi yaşıyoruz. Önümüze konulan kolaylıkların göreceğimiz zararları örtbas ettiği bu dönemde, olup biteni fark etmek bile olanaksız hale gelebiliyor. “Düşünme Çek” gibi aşağılık bir sloganı reklam adı altında gözümüze sokabiliyorlar. Ve biz cumartesi – pazar fotoğrafçıları o sloganı doğrularcasına davranmaktan kendimizi alamıyoruz. Oysa fotoğraf yaşamlarını izlediğinizde, başarılı olanların iç dünyalarındaki sakin, kararlı ortamı görüp, fotoğraf gevezelerinin oluşturduğu ortamdan kolayca ayırabilirsiniz. Gözümüze sokulan her görüntüyü alkışlama alışkanlığımız bitmediği sürece sözünü ettiğim gevezelik sürüp gidecektir.
Fotoğraf kolay olduğu için zordur. Günümüzde adeta bir görüntü seli gibi akan kirliliğe yeni ve gereksiz birkaç görüntü eklemek ve bununla oyalanabilmek işin kolay tarafıdır. Bu oyalanmayı sürdüren, başaramayacağını anladığında bıkıp başka oyuncaklar arayan fotoğrafçılarımızın çokluğu o kolaylığın kanıtı olarak kabul edilebilir. Oysa sele karışmayan, akıllarda kalabilen damlaların çok az üretilebildiği düşünülürse görüntüyü akıllara taşıyabilmenin güçlüğü kendiliğinden ortaya çıkar.
Ekinci “Sessiz Işık” adıyla sergilediği fotoğraflarla kanıtladığı başarısının arkasından bu defa da “Uzak Işık” adını verdiği çalışmaları ile o ölü köyün yorgun ışığından çıkıp, yaşayan ama ancak tarihi ile yaşayabilen, hemen yakınındaki kente, Kars’a taşıyor objektifini. Amacı Kars’ı birkaç gün görüp roman malzemesi yapmak değil. O nedenle de uzun bir çalışma süreci başlıyor. Daha iyiye ulaşmak için defalarca tekrarladığı Kars yolculukları Kars’ın üzerini örten karanlığı aralayıp bir müze şehrimizin zamana direnen gücünü ortaya çıkarıyor. Fotoğraflarda tarihi taş yapıların etrafında görünen Kars insanları o yalnız şehrin yalnız insanları olduklarını fısıldar gibiler. Ekinci’nin bıkmadan yeniden, yeniden aramayı sürdürdüğü ışık, şehrin üzerini örten geceyi aralamak olarak da görülebilir.
Ekinci’nin görüntüleri ülkesini yaşamayı es geçip uzak ülkelerde olup biteni alıp buraya getirme marifeti ile meşgul fotoğrafçılarımız için de bir öğreti özelliği taşır. Fotoğrafla söyleyecek bir sözü olanlar için, fotoğraflarının içinde hissedilebilir olabilme kaygısını taşıyanlar için fotoğraf, orada olanı alıp buraya getirmek değildir. Fotoğraf makinesini boynunuza asmakla, beyninize asmak arasındaki farkı görebilmemizi sağlayabilmek açısından fotoğrafçının “Ben bu fotoğrafımın içinde ne kadar varım?” sorusunu sıklıkla kendisine sorabilmesi gerekir. Ekinci’nin dijital kolaylıkların aldatıcı etkisinden sıyrılıp çalışmalarını klasik yöntemlerle sürdürmeyi seçmesi, fotoğraflarını çekerken siyah beyaz filmin o tartışılmaz duyarlılığını tercih etmesi de, gösterdiği titizliğin bir başka kanıtıdır.
Tuğrul Çakar
Kasım 2009 Ankara