Fotoğraf; yani, modern zamanların en çarpıcı buluşu; insanların nevrini döndürüp aklını şaşırtan, yeniden ve baştan düşünmek için fırsat yaratan nesne; bir nevi ayna; bir hakikat yansıması; tanıklığın en güçlü belgesi; fotoğrafçının zihin boşalması; hayata sorulmuş en muhteşem soru…
Fotoğraf; yani, büyük yalanların en inandırıcı kanıtı; sahte dünyalar yaratmanın aracı; insan algısı ile hayat gerçeğinin arasındaki kalın duvar; fotoğrafçısının kendi kendine söylediği en adi yalan; derinliğini kaybetmiş büyük okyanus…
Fotoğraf yani…
Fotoğrafın icat edildikten hemen sonra geldiği bu topraklardaki macerası pek heyecan verici olmasa bile uzun bir hikâye. Bu güne kadar memleket sathında fotoğrafçıların ulaşmadığı yer, çalmadığı kapı, girip çıkmadığı mekân kalmadı dersem yalan olmaz. Ancak hakkını vererek ortaya çıkarılmış bir fotoğraflama çalışması bulmak zor; ele aldığı konuyu gerektiği gibi inceleyen, farklı yönleriyle birlikte aktaran sağlam bir görsel etüde rastlamak ise hayli nadirattan.
Fotoğrafın memleket dâhilindeki macerası bir büyük yanlış anlamanın eseri değilse eğer ne yazık ki kocaman bir yalanın tezahürü olmaktan muzdarip.
Türkiyeli fotoğrafçıların gözünden yaratılmış o hayal ülkenin Türkiye gerçekliğiyle ne kadar örtüştüğü tamamen vicdani bir soru olarak herkesin önünde duruyor. Fotoğrafçının ve fotoğrafın bu hayattaki görevini durup dinlenmeden estetize edilmiş gerçeklik görüntüleri üretmek olduğunu sanan yaygın anlayış, yukarıda sözünü ettiğim yanlış anlamanın ta kendisi olmalı. Bu sayede ortaya sıkıcı bir “sanatsal” atmosfer ile sığ beğenilerin yaygınlaşması için elverişli bir ortam çıkıyor.
İnsan denilen canlı bu gezegendeki kısa hayat hikâyesini anlatırken neler gördüğünü ifade eder ancak neleri gözden kaçırdığını fark etmiş olması da bir o kadar önem taşır. Bu nedenle fotoğrafçılar en talihsiz canlı türüdür. Çünkü bir ömür boyu çekip gösterdikleri fotoğraflar aslında kendi hayat hikâyelerinden başka bir şey değildir. “Ben bunları gördüm” diyen fotoğrafçıyı görüp göstermediklerinden ötürü kimse sorumlu tutamaz. Oysa tarihte iz bırakan görüntülerle yaşamın hakkını veren ve değişim sürecine katılmayı beceren fotoğrafçılar, gözden kaçırılanların, kamusal alanda görünmez kılınanların farkına varmış olanlardır. Yani klişelerden uzak duranlar, cevaplar yerine soruların peşine düşenler, fotoğrafı bir anlama çabasının aracı kılanlar…
Kars, sınırda bir kent. Coğrafi, siyasi, tarihi, kültürel, sosyal, her bakımdan öyle. Oryantalist bir zihniyet ve estetikle bakıldığı zaman görülen Kars bu sınırın bir tarafında duruyor, gözden kaçan asıl Kars ise öte yanında. Fotoğrafçı için mesele sadece görmekle sınırlı değil kuşkusuz, nasıl gösterdiği de ayrıca bir sorumluluk mevzusu.
Bu güne kadar memleket fotoğrafçılarının yurt coğrafyasında maharetle sergilediği oryantalist klişelerden Kars da kendi payına düşeni aldı. Bir taraftan resmi turizm görevlilerinin sahip olacağı vazife bilinciyle çekilen fotoğraflar, öte taraftan sanat eseri yaratma gayretiyle tekrarlanıp duran görüntüler Türkiye fotoğrafını da fotoğrafçılarını da nafile bir çabanın içinde bıraktı.
Kadir’in 2007-2009 yılları arasında defalarca gidip gelerek fotoğraflar çektiği Kars bir büyük dünya. Bu albümde yer alan fotoğraflar bu dünyaya dahil olmanın, şehrin derinliklerine nüfuz edebilmenin ilk adımı sayılabilir.
Bir ışığın peşine düşmüş fotoğrafçının ilk adımı, neden o ışığın kendisinden uzak olduğunu sormaktır. Ben de bu fotoğraflara Kars hakkında verilmiş bir cevaptan çok o sorunun kendisidir diye baktım:
Bazı ışıklar bize neden uzaktır?
1.1.2010 / İstanbul
Özcan Yurdalan